Dışarıda nasıl güzel bir yağmur ve bu yağmurda nasıl yürüyesim var. "Fikrimin ince gülü". Üçüncü kez dinliyorum. Dalıp gidiyorum uzaklara.

Eskiciden alınmış bir gramofon, ama harbi gramofon, taş plak çalan cinsten. Fonda da bu şarkı. Ahşap bir masa ve iki sandalye. Deniz kokusu burnumda. Gün batıyor ufak ufak, tan yeri turuncu. Kulaklarımda şarkının en ince tınısı, soğuk bir sonbahar akşamında Karşıyaka’nın ışıklarını seyrediyorum. Bu soğuk biraz üşütüyor beni. Güz akşamları kokuyor ortalık. Karanlığı, şöminenin alevden alazı ve şimşeklerin aydınlığı bölüyor. Göğün gümbürtüsü geceyi yırtıyor adeta. Sokak lambaları hala sarı.

Küçükken babam ellerimden tutar ve kendi çevresinde dönerek, yavaş yavaş ayaklarımın yerden kesilmesine, başımın dönmesine, sanki boyut değiştirecekmişçesine heyecanlanmama ve hiç bitmese keşke diye dua etmeme, bir yandan da şen kahkahalar atmama neden olurdu. Düzinelerce çiçeği, en güzel kırları, bakınca içimi ısıtan karlı dağları ayaklarımın altına sererdi sanki. Geçmemiş zaman. Zamandan geçen bizmişiz aslında. Hava ayaz. Ben ve yağmurun yüze düşen ilk damlası, şu soğukta bahçeye attığım ekmeğe kavuşan kuşlar gibi, kavuşuyoruz sonunda.

Geçip televizyonun karşısına bir film açıyorum. Daha önce birkaç kere izlemiş olduğum, ancak her izlediğimde aynı duyguları yaşatan bir film. Yaşanılan onca adaletsizliğin, haksızlığın kısacık bir “pardon”a nasıl sığdırıldığını anlatan bir trajedi. İçinde onlarca duygu barındıran mükemmel bir kara mizah. Hani “güleriz ağlanacak halimize” derler ya, işte o türden.

Ferhan Şensoy’un yazdığı “Pardon” filmi sözünü ettiğim. Film, karanlık bir odada ifade alma sahnesiyle başlıyor. Etraf karanlık, tek bir ışık var, şüpheli İbrahim saatlerce ayakta bekletiliyor, baskı altında sorular soruluyor, hukuka aykırılıklar başlıyor. İbrahim kendinden oldukça emin sorulara cevap veriyor, üstüne atılmak istenen suçu işlemediğini ifade etmeye çalışıyor. Ve olayları anlatmaya başlıyor. İbrahim bir gece İstanbul’a geliyor ve arkadaşı Muzaffer’de kalacak. Ancak otogarda göz göze geldiği polisten nedensiz yere kaçmaya başlamasıyla birlikte, o gecenin sonunda yakalanıyor ve gözaltına alınıyor. Bununla da kalmıyor, İbrahim’in arkadaşları Muzaffer ve Aydın da gözaltına alınıyor. Ve yargı sistemindeki adaletsizlikler başlıyor. İşin üzücü kısmı ise yaşanılan bunca adaletsizlik tamamen gerçek hayattan uyarlama.

Filmi her ne kadar birkaç kere izlemiş olsam da; bazı detaylar, bazı replikler hala ilk günkü etkiyi bırakıyor ve düşündürüyor. İbrahim sorguya alındığında, koşulları itibariyle tedirgin edici bir yere alınıyor. Burada saatlerce ayakta bekletilip, iki polis memuru tarafından sistematik olarak ve söyledikleri çarpıtılarak suçlamalarda bulunuluyor. İrade beyanını etkilemek adına sürekli olarak işkence ile korkutuluyor. Açık ve aleni bir şekilde işkence aletlerinin olduğunu, konuşmak istemediği halde, konuşursa etkin bir rol oynayacağını beyan edip duruyorlar. Oysa bu adam daha suçunu bile bilmiyor. Daha en başından Ceza Muhakemesinin ilkelerinden olan, isnadın bildirilmesi ilkesi ihlal ediliyor.

Film her ne kadar 2000’li yılların eleştirilerine yer verse de; günümüzde de geçerliliği olan, düşündüren ve ne yazık ki bazı yönleriyle hala değişmeyen bir hukuk sistemimiz olduğunu bizlere hatırlatıyor. İbrahim ve Muzaffer sürekli olarak işkence tehdidi altında kalmaları nedeniyle, sırf işkenceye maruz kalmamak adına, ne sonuç doğuracağını bilmeden itirafname imzalıyorlar. Aslında filmde ceza muhakemesinde olmaması gereken neredeyse bütün yasaklar ihlal ediliyor. Ve buna rağmen, hukuka aykırı olarak elde edilmiş deliller çerçevesinde yargılanıyorlar.

İtirafnameyi imzalamadan önce amir “bu kâğıdı imzaladıkları takdirde gözaltından kurtulacaklarını” söylüyor. Böylesine bir vaatte bulunmanın hukuka aykırı oluşu bir yana, aslında “şüpheliler” sırf işkenceye uğramamak adına, serbest kalacaklarını sanarak kâğıdı imzalıyorlar. Ardından “3. bir kişinin ismini vermeleri gerektiğini, aksi halde mahkemenin başlamayacağını” söyleyen amir, zorla 3. kişinin ismini alıyor. Aydın yani 3. kişi, itirafnameyi imzalamak istemediğinden işkenceye maruz kalıyor.

İşkence sonucunda işlemedikleri suçu “itiraf” eden Aydın, kamera kaydına alınırken, polis tarafından yapılan yönlendirmelerle olayları tek tek anlatıyor. Aydın, her ne kadar suçun işlendiği gün İstanbul’da olmadığını beyan etse de, kanıtının olmadığını söyleyerek, montajda gerekli oynamayı yapacaklarını da ekleyerek; adeta Aydın’ı kandırıyorlar. Üç arkadaş, iki buçuk yıl süren tutukluluk halleri sonucunda 24 yıl hüküm giyiyorlar. Aydın’ın İstanbul’da olmadığı delil olarak sunulsa da, bir işe yaramıyor. İşlemedikleri suçlar yüzünden, ceza muhakemesinde yeterli araştırma yapılmadan, maddi gerçeğe ulaşmadan verilen karar sonucu, toplamda 6 yıl 3 ay hapis yatıyorlar.

Suçsuz olduklarının anlaşıldığı gün ise yapılan onca haksızlık ve uğradıkları adaletsizlikten ötürü, 3 arkadaş serbest kaldıklarına inanamayıp, bir “dümen” çevrildiğini düşünüyorlar.

Asıl suçluların başka bir suçu işlerken suçüstü yakalanması ve diğer suçlarını da itiraf etmeleri sonucu; İbrahim, Muzaffer ve Aydın serbest kalıyorlar. Cezaevinden çıkarlarken cezaevi müdürü “arada bir oluyor böyle yanlışlıklar, pardon” diyerek 6 yıl 3 ayı bir ‘pardon’a sığdırıyor.

Ve o unutulmaz replik İbrahim’den geliyor; “o zaman adalet dediğiniz, o kadar da adil bir şey değil demek ki.”

Filmin sonunda İbrahim, kendisinin ve ailesinin başına açtığı dertler yüzünden eniştesini vurup, “devletten 6 yıl 3 ay alacaklıydım, ödeştik. Pardon” diyor.

Film bir kez daha bitiyor, ama bende yol açtığı o travma hiç bitmiyor. Babam ellerimden tutup kendi çevresinde dönüyor, yavaş yavaş ayaklarım yerden kesiliyor, başım dönüyor, dünya bir kez daha kendi ekseni etrafında dönüyor. Hiç bitmese keşke diye dua ettiğim her şey bitiyor. O replik ve o “Pardon”; düzinelerce çiçeği, en güzel kırları, bakınca içimi ısıtan karlı dağları ezip geçiyor. Hiçbir acı zamanla geçmiyor. Biz zamandan geçiyoruz.